Bedenimiz ile zihnimiz hayatın her anında inanılmaz bir bütünlük içinde faaliyet göstermektedir. Bunun farkına varıp bütünlüğümüzü tanımlamak ve performansımızı artırmak ise bizim elimizdedir. Mantıksal anlamlandırmaların yüksek olduğu ülkemizde spor psikolojisinin değeri ve öneminin anlaşılması için bu farkındalığın altın yolu olduğunu fark ettim. Derdimizi anlatamadığımız birçok mecraya insanın psikolojisinin bedenini nasıl etkilediğini anlattıkça daha dikkatli dinlediklerine şahit oldum. O yüzden buradaki ilişkiyi anlamak birçok çalışmayı yapmaya çok güçlü bir alt yapı sağlıyor.
Beden-Zihin İlişkisine Nereden Yaklaşıyoruz?
Gestalt'a ve varoluşçu felsefeye baktığımızda insanın varoluşunu 4 temel boyutta ele aldığını görüyoruz: zihinsel, duygusal, fiziksel ve ruhsal (Latner, 1986). Bu varoluşlar herhangi bir öncelik sırasına göre değil eşzamanlı olarak her daim gerçekleşiyor. Bu da demek oluyor biz herhangi bir anda herhangi bir şey yaşarken zihnimiz, duygularımız, bedenimiz ve ruhumuz bununla etkileşime giriyor. Bunlardan hangisinin daha baskın biçimde öne çıkacağını ise bizim küçüklükten yetişme öğretilerimiz, sosyal yazılımımız ve hangi varoluşa ağırlıklı yöneldiğimiz belirliyor. Türkiye'nin sosyokültürel yapısında buradaki ağırlığın cevabı çok bariz; zihinsel varoluş hemen hepimizde çok daha fazla besleniyor. Hayatı zihnimizle algılayıp mantığımızla yorumlamaya çok yatkın yetiştiriliyoruz. Bu da bizim zihinsel varoluşumuzun çok daha fazla doyurulmasına ve güçlenmesine sebep oluyor.
Bu esnada geriye kalan üç varoluş arka planda kalsa dahi aktivitesine mecbur devam ediyor. Bu da demek oluyor ki bizim zihinsel olarak yaşadığımız herhangi bir yoğunluk aynı zamanda, istinasız olarak, diğer varoluşlarımızda can buluyor. Yani, daha basit ve konuya odaklanmış bir ifadeyle, bizim aklımızdan geçirdiğimiz her düşüncenin bedenimizde bir yansıması oluyor.
Beden her düşünceye istisnasız olarak bir tepki gösteriyor!
Bu tepkinin ne olacağını fark etmek ve seçebilmek ise kendimizi keşif yolundan geçiyor.
(Ara Not:Bilişsel-Davranışçı (BDT) yaklaşıma aşina olanlar için buradaki yaklaşım BDT'nin üçgeni (Duygu-Düşünce-Davranış) ile de ilişkilendirilebilir (Beck vd., 1987). Fakat varoluşçu yaklaşımın ilişkilendirmesi tam olarak aynı değildir. Buradaki eşzamanlılık - 4 varoluşun eşzamanlı gerçekleşmesi - ile aynı anda vuku bularak ana odaklanma olgusu Beck'in üçgeninden biraz farklı işlemektedir.)
Konunun Spor ve Performansla İlişkisi Nedir?
İyi bir performans için sporcunun iyi bir mental yapıya sahip olması gerektiği konusunda çoğu kişi teorik olarak hemfikirdir. Psikolojik unsurların sporcunun performansında belirleyici olduğunda da kağıt üstünde birçok kişi uzlaşır. Üst düzey performans için mental tarafın etkisini anlamlandırmak için ise zihinsel varoluşun bedene nasıl komut verdiğini incelemek kritik rol oynar.
Konuya doğadan hareket ederek örnek verelim. Bir ceylanın doğal ortamında karşısına çıkan aslana karşı en temel refleksi "savaş veya kaç" mekanizmasıdır. Burada salgılanan temel hormon kortizoldur ve çoğunlukla stres ile ilişkilendirilir. Yani, herhangi bir canlı stresli bir durum ile karşılaştığında kortizol hormonu salgılar ve bu da içgüdüsel olarak ona içinde bulunduğu durumla savaşmasını veya ondan kaçmasını emreder. Bir durumdan savaşmak veya kaçmak için gereken refleksi ancak gergin kaslar sağlayabilir. Bu da demek oluyor ki bu tür bir ihtiyaca cevabı vermek için kaslarımız gerilir.
Bu temel mekanizmayı spora uyarladığımızda, stresle karşılaşan herhangi bir sporcunun kortizol hormonu salgıladığını ve salt bu sebepten bile kaslarının gerildiğini söylememiz isabetsiz olmaz. Beynimizin işleyişi sebebiyle bazı prensipler oldukça ilkel düzeyde işler. Kortizol salgısı ile birlikte vücuda doğadakiyle hemen hemen aynı bir "savaş veya kaç" emri gönderilir. Bunun eşlğiyle birlikte, performansını rahatça sergilemek isteyen sporcu varlığına bir anda bir tehdit algılar ve kaslarını istemsiz gererek o anda gergin kaslarla hareket eder.
Örneklemek gerekirse...
Stres altında serbest atış atacak bir basketbolcu, penaltı kullanacak bir futbolcu, servis atacak bir tenisçi düşünün. İhtiyacı olan son şey belki de kaslarının normal esnekliğinden daha az bir esnekliğe sahip olmasıdır. Oysa ki kortizol hormonu dolayısıyla kaslar daha gergin bir hale gelir ve esnekliğinde azalma olur. Alıştığı rutinden daha az esnekliğe sahip olan bir kas alıştığı fonksiyonları yerine getirmekte güçlük çeker. Hafızanızı birazcık taradığınızda stres altında "air ball" atan üst düzey basketbolcular, penaltıyı alakasız yere vuran futbolcular veya alıştığımızın dışında etkisiz servis atan tenisçileri hatırlamanız zor olmayacaktır. Bu kadar üst düzeyde oynayan ve bu becerileri normal şartlarda elit seviyede rahatlıkla gerçekleştiren sporcuların performansını bozan en büyük suçlu kortizol hormonudur!
Peki Çözüm Nedir?
Çözüm aslında biraz önce bahsettiğimiz varoluş boyutlarından ve bedenimizi tanımamızdan geçiyor. Beden her türlü düşünceye tepki verir ve biz çoğu zaman bunları fark etmeyiz; ta ki şiddetini ciddi biçimde artırana dek. Ne zaman ki kollarımızdaki ufak gerginlik titremeye dönüşür, o zaman mevzunun ciddiyetini daha iyi anlarız. Aslında bedenimizi tanıyıp performansımıza yansımasını lehimize çevirmek için bu kadar beklememize gerek yoktur. Onunla eşzamanlı hareket edebilirsek birçok mevzuyu kolaylıkla yönetebiliriz.
Bunların nasıl yapılabileceğini tek bir yazıya sığdırmaya çalışmaya gerek yok; bununla ilgili uygulamaları ve teorik prensipleri ilerleyen yazılarda anlatacağım. Fakat, az önce suçladığımız kortizol hormonu ile ilgili şu bildiriyi belirtmeden geçmeyelim. Performansımızı kimi noktalarda feci biçimde sabote eden kortizol hormonu özünde bizim hayatımızı kurtarıyor. Doğada aslan gören bir geyiğin kaçmaması onun hayatının sonu olması demek; eğer mekanizma aynı mesajı bize performans anında veriyorsa demek ki bizim yaşamımıza bir tehdit algılıyor. O yüzden kortizol salgısına ve bu tür reflekse özünde ihtiyacımız var. Burada kullanacağımız beceri ise zihnimizin tehdit olarak algıladığı beden duyumunu kendi bütüncül varoluşumuz içerisinde şekillendirmek. Söylemesi bile bazen karışık olan bu ifadenin basit bir şekilde uygulamaya geçirilmesini ileride inceleyeceğiz.
Bu esnada unutmayalım ki bu kısa çözümlü bir yolculuk değil; düzenli prova ve uğraş gerektiriyor. Zaman zaman kendi içsel dirençlerimizle çalışmamız ve öğretilerimizle çatışmamızı barındırıyor. En güzel yanı ise kendimizi keşfedip kapsadıkça daha önceden zor gelen birçok performansın kolaylıkla gerçeğe dönüşmesi oluyor.
O yüzden de hayatımızın birçok noktasında ihtiyacımız olan şey aslında sevgili Fritz Perls'ün o güzide ifadesine kulak vererek (Perls, 1969a; Clarkson, 1989) zihnimizi devre dışı bırakabilmeyi becerip diğer boyutlarımız keşfetmemiz:
"Lose you mind and come to your senses."
("Aklınızı kaybedin ve hislerinize gelin.")
-----------------
Kaynakça:
Beck, Aaron, T.; Rush, A. John; Shaw, Brian F.; Emery, Gary (1987). Cognitive Therapy of Depression. Guilford Press.
Clarkson, P. (1989). Gestalt Counselling in Action. London: Sage.
Latner, Joel. 1986. The Gestalt therapy book. Highland, NY: Gestalt Journal Press.
Comments