Kızılderililer kendi kültürlerinde doğaya büyük saygı duyar ve kendilerini onunla bütünleşik görürmüş. Yaptıkları her davranışta doğanın dengesine saygı içerisinde hem içsel hem dışsal bütünlüğe uygun hareket etmeye gayret ederlermiş. Doğadan bir şey aldıklarında yerine ada çayı, tütün veya benzeri bir parça bırakarak alışverişi karşılıklı yaparlar, böylelikle doğadan aldıkları ürünün yerine koydukları şeyi doğanın dönüştürmesine izin vererek yeni bir şeyin yaratılmasına tevekkül ederlermiş. Doğayla bütünleşik yaşamak Kızılderililerin yaşamının doğal akışında olduğundan kendi davranışlarını belirlerken de en önemli modelleri doğanın kendisi ve onun işleyişi olurmuş. Örneğin, yeni bir şey yaratmaya niyet ettiklerinde o işe başlamadan önce belirli bir süre sabah erkenden, gün doğuşundan önce uyanır ve güneşin doğuşunu gözlemlerlermiş. Bunun sebebi, yeni bir günün yaratılışına tanık olarak doğanın bir şeyi yaratma sürecini nasıl ele aldığı, işlediği ve bıraktığını gözlemlemekmiş. Bunun hakkında fikir sahibi olduktan sonra ise doğadan aldıkları modeli kendi hayatlarına uygular ve yaratmak istedikleri şeyi doğanın döngüsünde özenle işlerlermiş.
Bu yaşam biçiminden alabileceğimiz en değerli öğretilerden biri doğaya olan saygı ile doğayla bütünleşik yaşamaktır. Bunun günlük hayata uyarlanması ve işleyişin bir parçası olması psikolojik bütünlüğümüze güçlü biçimde hizmet eder. Ayrıca sadece Kızılderililerde değil, özellikle Doğu coğrafyasındaki birçok kültürde doğa ile uyumlu hareket eden yaşam felsefeleri ve uygulamaları vardır ve bu öğretileri hayatın birçok noktasında kullanabiliriz. Doğa ile harmoni içerisinde ilerlediğimizde hem kendi bedenimize olan farkındalığımızı artırır, hem de zihinsel süreçlerin etkilerine ve işleyişlerine olan yaklaşımımızı değiştirebiliriz.
Depreme Uyarlama Nereden Çıkıyor?
Doğu kültürlerinden bahsetmişken hem Batı toplum düzenine benzeyen bir anlayışta çalışan, hem de kısmen benzer düzende yaşayan Japonlar’ın depreme yaklaşımları bize birçok noktada yol gösterici olabilir. Zira biz onların depreme karşı yaklaşım ve uygulamalarından ders alırken, onlar da aslında bu yaklaşım için doğadan ilham alarak hareket etmektedir. Aslında Japonlar’ın modernleşmiş uygulamalarını temsil olarak kullanıp doğanın kendi akışının öğretilerini modelleyeceğiz.
Malum, Türkiye ve İstanbul çevresinde deprem her zaman bir gerçeklik ve yakın zamanda orta ölçekli bir deprem oldu. Konu güncel olarak da karşımıza çıkmışken bunun bizim hayatımızdaki psikolojik uyarlamaları neler olabilir biraz değerlendirelim.
Birey Psikolojisi ve Direnç Kavramı Bakışından Deprem
Japonya deprem ile aktif biçimde yaşayan bir ülke ve yapıların hemen hepsi buna uygun biçimde tasarlanmış halde. Aslında bu bilgiyi birçoğumuz hali hazırda biliyoruz. Hatta Japonlar’ın yaptığı binaların deprem sırasında tabiri caizse “dans ettiğini” de biliyoruz. Peki bu binaların nasıl dans ettiğini hiç gördünüz mü? Aşağıdaki videodan birazını görebilirsiniz:
Buradaki koskocaman yapıların sallanışı gerçekten etkileyici. Fakat videoda dikkat çekebilecek başka bir unsur daha var; koca binaları sallayan bir deprem sırası veya sonrasında sanki hiçbir şey yokmuş gibi karşıdaki binadan birileri video çekiyor ve muhabbet ediyor. Binaların doğa ile uyumlu hareketi onların zarar görmemesini sağlıyor ve o insanlar buna güveniyor. Bina, sert bir yapı olarak formunu bozmadan doğaya karşı çıkmaya çalışsa büyük hasar görecek veya yıkılıcakken, doğanın akışının kendisine geçmesine izin verdiğinde hemen hemen hiç hasar görmeden yaşamına devam ediyor.
Tam bu noktada karşımızda psikolojinin en önemli kavramlarından biri beliriyor: direnç.
Bireysel seanslar gerçekleştirenler özellikle bilir ki direnç kavramı birçok çalışmayı oldukça güçleştirir. Hatta zaman zaman insanların “ben çok sağlam durdum psikolog bile bana bir şey yapamadı” dediği noktalardaki içsel direnç aslında kişinin kendisine zarar verir, bütüncül yapısını içten içe zedeler ama o esnada kişi bunun farkında değildir.
Deprem ile uyumlu hareket eden binalar ise doğal akışa direnmiyor; onun yerine kendi sınırlarını ve temel formunu muhafaza ederek doğal akışla beraber hareket ediyor. Doğanın gönderdiği titreşimin kendi varoluşuna nüfuz etmesine izin verip o titreşimin bir parçası oluyor ve o enerjiyi alıp daha sonra gökyüzüne iletiyor. Bir bakıma Kızılderililerin doğadan aldıkları şeyi başka bir formda doğaya geri vermeleri döngüsüne de benziyor. Modelimizin doğa olduğunu hatırlarsak, biz doğaya tohum ektiğimizde o bize meyvesini veriyor. Biz o meyveyi alıp kendi döngümüzün bir parçası yapıyoruz ve daha sonra dönüştürmek üzere tekrar doğaya aktarıyoruz. İşte akışın parçası olabilmek tam olarak da böyle bir şey; bize sunulan titreşimi kendi formumuz çerçevesinde kabul edip, dönüştürüp tekrar doğaya sunuyoruz.
Özünde, bireysel gelişim sürecinde kişiyi en çok zorlayan noktalar doğal akışa ters gidilen noktalar oluyor. Kişinin doğasında bulunan ve aslında beden-zihin ve ruh bütünlüğünü bozan dirençler akışa teslim edilmediğinde ve onun bir parçası olunmadığında doğal akış engelleniyor. Bireysel gelişim ve büyüme ancak bu tür dirençler kaldırılıp kendimizi yenilenmeye ve dönüşmeye açtığımız zaman gerçekleşebiliyor.
Bardağın İçindeki Su Nasıl Dökülmez?
Yarısına kadar su dolu bir bardak taşıdığınızı ve yürürken tökezlediğinizi hayal edin. Yaşanan sarsıntıda bardağın içerisindeki su titreşime uygun olarak şekil değiştirir ve barındığı kap ona güvenli ve kapsayıcı bir ortam sunarsa o su dökülmez. Belki birkaç damla dışarı sıçrayabilir ama olumsuz durumlarla karşılaşıldığında birkaç damladan vazgeçebilmek kendi bütünlüğümüzü korumamıza yardımcı olabilir.
Bütüncül tabloda ise aslında biz ne o bardaktaki suyuz, ne onu barındıran bardağız, ne de onu taşıyan eliz. Biz aslında onların hiçbiri değiliz ama aynı zamanda onların her biriyiz. Biz oradaki enerjinin, titreşimin ve varoluşun tamamıyız; işte tam bu sebeple orada yaşanan durumun akışı ile dans ettiğimizde olayın doğasına uygun hareket etmiş oluyor ve en az zararla dönüşüyoruz. Yani tökezleyen ayaktan sonra vücut kendi bütünlüğünü ayakta tutarken aslında bardağı ve suyu titreşimle beraber hareket ettiriyor. Bunun reflekssel bir davranış olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda ise aslında doğal yazılımımızda bunu ne kadar güçlü bir şekilde barındığımızı görüyoruz. Meselenin özünde kendi doğamız bu dansı oldukça donanımlı biçimde biliyor fakat biz sosyal yazılımlarla beraber her zaman buna eşlik edemiyoruz.
Eğer psikolojik bütünlüğümüzde olanları akış ile hareket ederek barındırabilirsek birçok mesele bünyemizde olumsuz etki bırakamadan ayrılır. Aslında birçok psikolojik meselenin kökeni doğal yazılımıza ters davranmamızdan ve kendi doğrularımızı kaskatı korumaya çalışarak dirençler oluşturmamızdan kaynaklanıyor. Doğanın akışının bir parçası olabildiğimizde ise aslında kendi bütünlüğümüzü keşfetmeye daha fazla yaklaşabiliyoruz.
------
Not: Bu yazı bir serinin ilk yazısıdır. Giriş olarak adlandırılabilecek bu yazının amacı bireyin doğa ile ilişkisini değerlendirmek ve psikolojik unsurları ele almaktır. Takibindeki yazılarda hayatın farklı alanlardaki uygulamaları ve performans anındaki kullanımlarına değinilecektir.
Reklamlar
Comentarios